Georges: O Benim !

Georges Hotel Galata

Hotel Georges’u bir insan, kendisini de onun kalbi olarak gören kurucu ortağı Alexandre Varlık; Fransız malikâne hayatını Galata’ya nasıl taşıdığını anlatıyor bize.

Koyu mor perdelerle örtülmüş cam kapılardan giriyoruz Georges’a. Ne lobi, ne de resepsiyon bölümü var! Sadece solda şık bir bar, sağda da özenli birkaç yemek masası dikkat çekiyor. Alexandre Varlık bizi sıcak gülümseyişi ve müthiş enerjisiyle karşılıyor ve ev sahibi olarak otelini gezdirmeye başlıyor. Lobide evrakları imzalamak için bekletilmenin ‘lüks’ tanımına uymadığını söylüyor ve Georges’u kendinizi güvende hissettiğiniz, arkadaşlarınızla bir arada olduğunuz bir kaleye benzetiyor. Yüksek tavanlı, mozaik zeminli bir doku içinde çalışan görevliler, tıpkı Parizyen bir hotel particulier’de olacağı gibi, duvarların ardındaki gizli bölmelerden 21 odaya servis yapıyorlar. Topkapı Sarayı manzaralı odalardan birinde Varlık’la birlikte; tasarım iddiası olmayan ve ‘duygusal’ olarak tanımladığı butik otelini keşfediyoruz.

Paris’te avukatlık yaparken nasıl olduda Türkiye’ye gelip otelcilik sektörüne girdiniz?
Ben adrenalini, insanlarla iletişim içerisinde olmayı seviyorum. Bu yüzden bilgisayar karşısında oturup avukatlık yaparken mutsuz ve asık suratlı biriydim. Düşünün, otel nedir? Gastronomi, tasarım, halkla ilişkiler, partiler ve tabii ki disiplin. Bana enerji ve heyecan katan da işte bunlar.

Istanbul’u ve Türkleri keşfedişiniz nasıl gelişti?
Paris’ten geldiğimde o üzerime yapışan sert kabuğu çıkarıp atmam gerekiyordu, bu benim için yeniden doğmak anlamına gelecekti. Başlangıçta zorlandım; avukat mantığıyla düşünmeyi bırakmak ve kendimi yeniden keşfetmek… Türklerle ve o müthiş enerjileriyle senkronize olmam tam iki yılımı aldı ama sonuçta birbirimizi çok iyi anladık. Büyük bir kalbimiz ve hiç kaybetmediğimiz bir saflığımız ol¬duğunu düşünüyorum ve artık ben de bu frekanstayım. İstanbul ise bir mücadele şehri. Uğruna savaştığınız her ne ise sonunda sahip oluyorsunuz. Burada para ve desteğin hiçbir önemi yok, her şey sizin enerjinize kalmış. Eğer enerjiniz varsa şehir sizi ödüllendiriyor, eğer yoksa ezip geçiyor. İstanbul’un işte bu enerjisi besli-yor beni.

Georges’un hikâyesi nedir?
Mart ayında The House Hotel’deki gö-revimden ayrılmamın ardından iki hafta uzun uzun düşündüm. Bir sabah kalktım ve böyle karamsar olma ayrıcalığım ol-madığına karar verdim. Taksiye atlayıp Kuruçeşme’de bir kahve içmeye gittim ve kendime ne yapmak istediğimi sordum. İnsanları ağırlama fikrinden, otelcilikten kopamayacağımı biliyordum ve hemen bir isim arayışına girdim. Aile üyelerimi tek tek düşünürken Fransız dayını Georges’da şöyle bir durakladım. Kulağa klasik, sevimli, aristokrat ve klas geliyor¬du. İnternette isim patentinin henüz alınmadiğini görünce de bunun kesinlikle bir işaret olduğuna karar verdim ve derhal harekete geçtim. Yedi ay sonra da işte buradayım ve sizinle konuşuyorum.

Georges’un diğer butik otellerden farkı ne olacak?
Taklit edilemez olacak, bu da benim şizofren yanım! Bu bina: yani Georges! O benim… Ben bireysel bir kültürden geliyorum, yani herkes birbirinden farklıdır. Bu nedenle de hiç kimse farklı olacağım diye çabalamaz. Georges da öyle. İstanbul’da, tıpkı Paris’in Matisse Bar’ında olduğu gibi, arkadaşların buluşma noktası anlayışında başka bir yer olduğunu düşünmüyorum. Türkiye’ye geçen yıl 24, bu yıl da 30 milyon tu-rist geldi. Ben 21 odalı otelimle kiminle rekabet ediyor olabilirim ki?

‘Fransız’ denince biz Türklerin aklına biraz da kendini beğenmişlik gelir. Georges da var mı bu?
Georges; Parizyenlere değil, yabancı toprakları keşfe çıkmış 17. yüzyıl Fransız aristokratlarına benziyor, LaFayette Markizi gibi ya da 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğuna gelip de paşa olan Fransız general gibi. Küstahlığını, her şeyiyle beraber geride bırakmış, yanında şarabını, şampanyasını, sofra düzenini getirmiş, odalarında hayal meyal hatırladığı desenli kartonpiyerleriyle çevrili yaşayan, buraya adapte olmuş biri.

Peki, yerel müşterileri, Türkleri nasıl oteli-nize çekmeyi düşünüyorsunuz?
Bu soruyu 2007 yılında House Hotel’in kuruluş sürecinde de kendime sormuştum çünkü duyanlar sadece yabancıların geleceklerini söylüyordu. Ben Türkiye’nin kalbini, gençleri hedefliyorum. Zengin ya da sosyetik olmasına gerek yok, orta sınıf ve üstü için, yaşayan ve hareket eden bir yer olacak Georges. Türkiye’nin, tıpkı savaş sonrası 1960’lar Fransa’sı gibi, deneyi inleyeceği çok şey var ve yenilikler Türkler için daha yeni başlıyor. Gençler meraklı, keşfetmeye açık. Georges’daki kültür füzyonunda kendilerini görebilecekler ve bu onlara ilham verecek. Barda bir kadeh şampanya içip mutlu bir geceye başlamak için eğlenceli bir alternatif olacak!

Galata’dan sonra, Georges seyahatine devam edecek mi?
Haziran 2012’de Sultanahmet’te ve Kasım 2012’de Beyoğlu’nda da Georges’lar açılacak. İstiklal Caddesi’ndeki tarihi Botter Binasını ha-yata döndürecek olan Georges, karargâhımız ‘Le Georges’ gibi olacak. 2013’te ise Georges yurtdışı seyahatine çıkıp; Brezilya’da da açılacak!

Hotel Georges’u bir insan, kendisini de onun kalbi olarak gören kurucu ortağı Alexandre Varlık; Fransız malikâne hayatını Galata’ya nasıl taşıdığını anlatıyor bize.

Koyu mor perdelerle örtülmüş cam kapılardan giriyoruz Georges’a. Ne lobi, ne de resepsiyon bölümü var! Sadece solda şık bir bar, sağda da özenli birkaç yemek masası dikkat çekiyor. Alexandre Varlık bizi sıcak gülümseyişi ve müthiş enerjisiyle karşılıyor ve ev sahibi olarak otelini gezdirmeye başlıyor. Lobide evrakları imzalamak için bekletilmenin ‘lüks’ tanımına uymadığını söylüyor ve Georges’u kendinizi güvende hissettiğiniz, arkadaşlarınızla bir arada olduğunuz bir kaleye benzetiyor. Yüksek tavanlı, mozaik zeminli bir doku içinde çalışan görevliler, tıpkı Parizyen bir hotel particulier’de olacağı gibi, duvarların ardındaki gizli bölmelerden 21 odaya servis yapıyorlar. Topkapı Sarayı manzaralı odalardan birinde Varlık’la birlikte; tasarım iddiası olmayan ve ‘duygusal’ olarak tanımladığı butik otelini keşfediyoruz.

Paris’te avukatlık yaparken nasıl olduda Türkiye’ye gelip otelcilik sektörüne girdiniz?
Ben adrenalini, insanlarla iletişim içerisinde olmayı seviyorum. Bu yüzden bilgisayar karşısında oturup avukatlık yaparken mutsuz ve asık suratlı biriydim. Düşünün, otel nedir? Gastronomi, tasarım, halkla ilişkiler, partiler ve tabii ki disiplin. Bana enerji ve heyecan katan da işte bunlar.

Istanbul’u ve Türkleri keşfedişiniz nasıl gelişti?
Paris’ten geldiğimde o üzerime yapışan sert kabuğu çıkarıp atmam gerekiyordu, bu benim için yeniden doğmak anlamına gelecekti. Başlangıçta zorlandım; avukat mantığıyla düşünmeyi bırakmak ve kendimi yeniden keşfetmek… Türklerle ve o müthiş enerjileriyle senkronize olmam tam iki yılımı aldı ama sonuçta birbirimizi çok iyi anladık. Büyük bir kalbimiz ve hiç kaybetmediğimiz bir saflığımız ol¬duğunu düşünüyorum ve artık ben de bu frekanstayım. İstanbul ise bir mücadele şehri. Uğruna savaştığınız her ne ise sonunda sahip oluyorsunuz. Burada para ve desteğin hiçbir önemi yok, her şey sizin enerjinize kalmış. Eğer enerjiniz varsa şehir sizi ödüllendiriyor, eğer yoksa ezip geçiyor. İstanbul’un işte bu enerjisi besli-yor beni.

Georges’un hikâyesi nedir?
Mart ayında The House Hotel’deki gö-revimden ayrılmamın ardından iki hafta uzun uzun düşündüm. Bir sabah kalktım ve böyle karamsar olma ayrıcalığım ol-madığına karar verdim. Taksiye atlayıp Kuruçeşme’de bir kahve içmeye gittim ve kendime ne yapmak istediğimi sordum. İnsanları ağırlama fikrinden, otelcilikten kopamayacağımı biliyordum ve hemen bir isim arayışına girdim. Aile üyelerimi tek tek düşünürken Fransız dayını Georges’da şöyle bir durakladım. Kulağa klasik, sevimli, aristokrat ve klas geliyor¬du. İnternette isim patentinin henüz alınmadiğini görünce de bunun kesinlikle bir işaret olduğuna karar verdim ve derhal harekete geçtim. Yedi ay sonra da işte buradayım ve sizinle konuşuyorum.

Georges’un diğer butik otellerden farkı ne olacak?
Taklit edilemez olacak, bu da benim şizofren yanım! Bu bina: yani Georges! O benim… Ben bireysel bir kültürden geliyorum, yani herkes birbirinden farklıdır. Bu nedenle de hiç kimse farklı olacağım diye çabalamaz. Georges da öyle. İstanbul’da, tıpkı Paris’in Matisse Bar’ında olduğu gibi, arkadaşların buluşma noktası anlayışında başka bir yer olduğunu düşünmüyorum. Türkiye’ye geçen yıl 24, bu yıl da 30 milyon tu-rist geldi. Ben 21 odalı otelimle kiminle rekabet ediyor olabilirim ki?

‘Fransız’ denince biz Türklerin aklına biraz da kendini beğenmişlik gelir. Georges da var mı bu?
Georges; Parizyenlere değil, yabancı toprakları keşfe çıkmış 17. yüzyıl Fransız aristokratlarına benziyor, LaFayette Markizi gibi ya da 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğuna gelip de paşa olan Fransız general gibi. Küstahlığını, her şeyiyle beraber geride bırakmış, yanında şarabını, şampanyasını, sofra düzenini getirmiş, odalarında hayal meyal hatırladığı desenli kartonpiyerleriyle çevrili yaşayan, buraya adapte olmuş biri.

Peki, yerel müşterileri, Türkleri nasıl oteli-nize çekmeyi düşünüyorsunuz?
Bu soruyu 2007 yılında House Hotel’in kuruluş sürecinde de kendime sormuştum çünkü duyanlar sadece yabancıların geleceklerini söylüyordu. Ben Türkiye’nin kalbini, gençleri hedefliyorum. Zengin ya da sosyetik olmasına gerek yok, orta sınıf ve üstü için, yaşayan ve hareket eden bir yer olacak Georges. Türkiye’nin, tıpkı savaş sonrası 1960’lar Fransa’sı gibi, deneyi inleyeceği çok şey var ve yenilikler Türkler için daha yeni başlıyor. Gençler meraklı, keşfetmeye açık. Georges’daki kültür füzyonunda kendilerini görebilecekler ve bu onlara ilham verecek. Barda bir kadeh şampanya içip mutlu bir geceye başlamak için eğlenceli bir alternatif olacak!

Galata’dan sonra, Georges seyahatine devam edecek mi?
Haziran 2012’de Sultanahmet’te ve Kasım 2012’de Beyoğlu’nda da Georges’lar açılacak. İstiklal Caddesi’ndeki tarihi Botter Binasını ha-yata döndürecek olan Georges, karargâhımız ‘Le Georges’ gibi olacak. 2013’te ise Georges yurtdışı seyahatine çıkıp; Brezilya’da da açılacak!

Hotel Georges’u bir insan, kendisini de onun kalbi olarak gören kurucu ortağı Alexandre Varlık; Fransız malikâne hayatını Galata’ya nasıl taşıdığını anlatıyor bize.

Koyu mor perdelerle örtülmüş cam kapılardan giriyoruz Georges’a. Ne lobi, ne de resepsiyon bölümü var! Sadece solda şık bir bar, sağda da özenli birkaç yemek masası dikkat çekiyor. Alexandre Varlık bizi sıcak gülümseyişi ve müthiş enerjisiyle karşılıyor ve ev sahibi olarak otelini gezdirmeye başlıyor. Lobide evrakları imzalamak için bekletilmenin ‘lüks’ tanımına uymadığını söylüyor ve Georges’u kendinizi güvende hissettiğiniz, arkadaşlarınızla bir arada olduğunuz bir kaleye benzetiyor. Yüksek tavanlı, mozaik zeminli bir doku içinde çalışan görevliler, tıpkı Parizyen bir hotel particulier’de olacağı gibi, duvarların ardındaki gizli bölmelerden 21 odaya servis yapıyorlar. Topkapı Sarayı manzaralı odalardan birinde Varlık’la birlikte; tasarım iddiası olmayan ve ‘duygusal’ olarak tanımladığı butik otelini keşfediyoruz.

Paris’te avukatlık yaparken nasıl olduda Türkiye’ye gelip otelcilik sektörüne girdiniz?
Ben adrenalini, insanlarla iletişim içerisinde olmayı seviyorum. Bu yüzden bilgisayar karşısında oturup avukatlık yaparken mutsuz ve asık suratlı biriydim. Düşünün, otel nedir? Gastronomi, tasarım, halkla ilişkiler, partiler ve tabii ki disiplin. Bana enerji ve heyecan katan da işte bunlar.

Istanbul’u ve Türkleri keşfedişiniz nasıl gelişti?
Paris’ten geldiğimde o üzerime yapışan sert kabuğu çıkarıp atmam gerekiyordu, bu benim için yeniden doğmak anlamına gelecekti. Başlangıçta zorlandım; avukat mantığıyla düşünmeyi bırakmak ve kendimi yeniden keşfetmek… Türklerle ve o müthiş enerjileriyle senkronize olmam tam iki yılımı aldı ama sonuçta birbirimizi çok iyi anladık. Büyük bir kalbimiz ve hiç kaybetmediğimiz bir saflığımız ol¬duğunu düşünüyorum ve artık ben de bu frekanstayım. İstanbul ise bir mücadele şehri. Uğruna savaştığınız her ne ise sonunda sahip oluyorsunuz. Burada para ve desteğin hiçbir önemi yok, her şey sizin enerjinize kalmış. Eğer enerjiniz varsa şehir sizi ödüllendiriyor, eğer yoksa ezip geçiyor. İstanbul’un işte bu enerjisi besli-yor beni.

Georges’un hikâyesi nedir?
Mart ayında The House Hotel’deki gö-revimden ayrılmamın ardından iki hafta uzun uzun düşündüm. Bir sabah kalktım ve böyle karamsar olma ayrıcalığım ol-madığına karar verdim. Taksiye atlayıp Kuruçeşme’de bir kahve içmeye gittim ve kendime ne yapmak istediğimi sordum. İnsanları ağırlama fikrinden, otelcilikten kopamayacağımı biliyordum ve hemen bir isim arayışına girdim. Aile üyelerimi tek tek düşünürken Fransız dayını Georges’da şöyle bir durakladım. Kulağa klasik, sevimli, aristokrat ve klas geliyor¬du. İnternette isim patentinin henüz alınmadiğini görünce de bunun kesinlikle bir işaret olduğuna karar verdim ve derhal harekete geçtim. Yedi ay sonra da işte buradayım ve sizinle konuşuyorum.

Georges’un diğer butik otellerden farkı ne olacak?
Taklit edilemez olacak, bu da benim şizofren yanım! Bu bina: yani Georges! O benim… Ben bireysel bir kültürden geliyorum, yani herkes birbirinden farklıdır. Bu nedenle de hiç kimse farklı olacağım diye çabalamaz. Georges da öyle. İstanbul’da, tıpkı Paris’in Matisse Bar’ında olduğu gibi, arkadaşların buluşma noktası anlayışında başka bir yer olduğunu düşünmüyorum. Türkiye’ye geçen yıl 24, bu yıl da 30 milyon tu-rist geldi. Ben 21 odalı otelimle kiminle rekabet ediyor olabilirim ki?

‘Fransız’ denince biz Türklerin aklına biraz da kendini beğenmişlik gelir. Georges da var mı bu?
Georges; Parizyenlere değil, yabancı toprakları keşfe çıkmış 17. yüzyıl Fransız aristokratlarına benziyor, LaFayette Markizi gibi ya da 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğuna gelip de paşa olan Fransız general gibi. Küstahlığını, her şeyiyle beraber geride bırakmış, yanında şarabını, şampanyasını, sofra düzenini getirmiş, odalarında hayal meyal hatırladığı desenli kartonpiyerleriyle çevrili yaşayan, buraya adapte olmuş biri.

Peki, yerel müşterileri, Türkleri nasıl oteli-nize çekmeyi düşünüyorsunuz?
Bu soruyu 2007 yılında House Hotel’in kuruluş sürecinde de kendime sormuştum çünkü duyanlar sadece yabancıların geleceklerini söylüyordu. Ben Türkiye’nin kalbini, gençleri hedefliyorum. Zengin ya da sosyetik olmasına gerek yok, orta sınıf ve üstü için, yaşayan ve hareket eden bir yer olacak Georges. Türkiye’nin, tıpkı savaş sonrası 1960’lar Fransa’sı gibi, deneyi inleyeceği çok şey var ve yenilikler Türkler için daha yeni başlıyor. Gençler meraklı, keşfetmeye açık. Georges’daki kültür füzyonunda kendilerini görebilecekler ve bu onlara ilham verecek. Barda bir kadeh şampanya içip mutlu bir geceye başlamak için eğlenceli bir alternatif olacak!

Galata’dan sonra, Georges seyahatine devam edecek mi?
Haziran 2012’de Sultanahmet’te ve Kasım 2012’de Beyoğlu’nda da Georges’lar açılacak. İstiklal Caddesi’ndeki tarihi Botter Binasını ha-yata döndürecek olan Georges, karargâhımız ‘Le Georges’ gibi olacak. 2013’te ise Georges yurtdışı seyahatine çıkıp; Brezilya’da da açılacak!

Hotel Georges’u bir insan, kendisini de onun kalbi olarak gören kurucu ortağı Alexandre Varlık; Fransız malikâne hayatını Galata’ya nasıl taşıdığını anlatıyor bize.

Koyu mor perdelerle örtülmüş cam kapılardan giriyoruz Georges’a. Ne lobi, ne de resepsiyon bölümü var! Sadece solda şık bir bar, sağda da özenli birkaç yemek masası dikkat çekiyor. Alexandre Varlık bizi sıcak gülümseyişi ve müthiş enerjisiyle karşılıyor ve ev sahibi olarak otelini gezdirmeye başlıyor. Lobide evrakları imzalamak için bekletilmenin ‘lüks’ tanımına uymadığını söylüyor ve Georges’u kendinizi güvende hissettiğiniz, arkadaşlarınızla bir arada olduğunuz bir kaleye benzetiyor. Yüksek tavanlı, mozaik zeminli bir doku içinde çalışan görevliler, tıpkı Parizyen bir hotel particulier’de olacağı gibi, duvarların ardındaki gizli bölmelerden 21 odaya servis yapıyorlar. Topkapı Sarayı manzaralı odalardan birinde Varlık’la birlikte; tasarım iddiası olmayan ve ‘duygusal’ olarak tanımladığı butik otelini keşfediyoruz.

Paris’te avukatlık yaparken nasıl olduda Türkiye’ye gelip otelcilik sektörüne girdiniz?
Ben adrenalini, insanlarla iletişim içerisinde olmayı seviyorum. Bu yüzden bilgisayar karşısında oturup avukatlık yaparken mutsuz ve asık suratlı biriydim. Düşünün, otel nedir? Gastronomi, tasarım, halkla ilişkiler, partiler ve tabii ki disiplin. Bana enerji ve heyecan katan da işte bunlar.

Istanbul’u ve Türkleri keşfedişiniz nasıl gelişti?
Paris’ten geldiğimde o üzerime yapışan sert kabuğu çıkarıp atmam gerekiyordu, bu benim için yeniden doğmak anlamına gelecekti. Başlangıçta zorlandım; avukat mantığıyla düşünmeyi bırakmak ve kendimi yeniden keşfetmek… Türklerle ve o müthiş enerjileriyle senkronize olmam tam iki yılımı aldı ama sonuçta birbirimizi çok iyi anladık. Büyük bir kalbimiz ve hiç kaybetmediğimiz bir saflığımız ol¬duğunu düşünüyorum ve artık ben de bu frekanstayım. İstanbul ise bir mücadele şehri. Uğruna savaştığınız her ne ise sonunda sahip oluyorsunuz. Burada para ve desteğin hiçbir önemi yok, her şey sizin enerjinize kalmış. Eğer enerjiniz varsa şehir sizi ödüllendiriyor, eğer yoksa ezip geçiyor. İstanbul’un işte bu enerjisi besli-yor beni.

Georges’un hikâyesi nedir?
Mart ayında The House Hotel’deki gö-revimden ayrılmamın ardından iki hafta uzun uzun düşündüm. Bir sabah kalktım ve böyle karamsar olma ayrıcalığım ol-madığına karar verdim. Taksiye atlayıp Kuruçeşme’de bir kahve içmeye gittim ve kendime ne yapmak istediğimi sordum. İnsanları ağırlama fikrinden, otelcilikten kopamayacağımı biliyordum ve hemen bir isim arayışına girdim. Aile üyelerimi tek tek düşünürken Fransız dayını Georges’da şöyle bir durakladım. Kulağa klasik, sevimli, aristokrat ve klas geliyor¬du. İnternette isim patentinin henüz alınmadiğini görünce de bunun kesinlikle bir işaret olduğuna karar verdim ve derhal harekete geçtim. Yedi ay sonra da işte buradayım ve sizinle konuşuyorum.

Georges’un diğer butik otellerden farkı ne olacak?
Taklit edilemez olacak, bu da benim şizofren yanım! Bu bina: yani Georges! O benim… Ben bireysel bir kültürden geliyorum, yani herkes birbirinden farklıdır. Bu nedenle de hiç kimse farklı olacağım diye çabalamaz. Georges da öyle. İstanbul’da, tıpkı Paris’in Matisse Bar’ında olduğu gibi, arkadaşların buluşma noktası anlayışında başka bir yer olduğunu düşünmüyorum. Türkiye’ye geçen yıl 24, bu yıl da 30 milyon tu-rist geldi. Ben 21 odalı otelimle kiminle rekabet ediyor olabilirim ki?

‘Fransız’ denince biz Türklerin aklına biraz da kendini beğenmişlik gelir. Georges da var mı bu?
Georges; Parizyenlere değil, yabancı toprakları keşfe çıkmış 17. yüzyıl Fransız aristokratlarına benziyor, LaFayette Markizi gibi ya da 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğuna gelip de paşa olan Fransız general gibi. Küstahlığını, her şeyiyle beraber geride bırakmış, yanında şarabını, şampanyasını, sofra düzenini getirmiş, odalarında hayal meyal hatırladığı desenli kartonpiyerleriyle çevrili yaşayan, buraya adapte olmuş biri.

Peki, yerel müşterileri, Türkleri nasıl oteli-nize çekmeyi düşünüyorsunuz?
Bu soruyu 2007 yılında House Hotel’in kuruluş sürecinde de kendime sormuştum çünkü duyanlar sadece yabancıların geleceklerini söylüyordu. Ben Türkiye’nin kalbini, gençleri hedefliyorum. Zengin ya da sosyetik olmasına gerek yok, orta sınıf ve üstü için, yaşayan ve hareket eden bir yer olacak Georges. Türkiye’nin, tıpkı savaş sonrası 1960’lar Fransa’sı gibi, deneyi inleyeceği çok şey var ve yenilikler Türkler için daha yeni başlıyor. Gençler meraklı, keşfetmeye açık. Georges’daki kültür füzyonunda kendilerini görebilecekler ve bu onlara ilham verecek. Barda bir kadeh şampanya içip mutlu bir geceye başlamak için eğlenceli bir alternatif olacak!

Galata’dan sonra, Georges seyahatine devam edecek mi?
Haziran 2012’de Sultanahmet’te ve Kasım 2012’de Beyoğlu’nda da Georges’lar açılacak. İstiklal Caddesi’ndeki tarihi Botter Binasını ha-yata döndürecek olan Georges, karargâhımız ‘Le Georges’ gibi olacak. 2013’te ise Georges yurtdışı seyahatine çıkıp; Brezilya’da da açılacak!